Genetik – Çevre Etkileşimi

Genetik ve Çevre Etkileşimi

Pek çok kaynakta “psikoloji” bilimi, insan davranışlarını inceleyen bir bilim dalı olarak tanımlanır. Kişilik ve kişiliğimizi oluşturan etmenler psikologların belki de en fazla mesai harcadığı bir konu. İnsan davranışlarını anlamaya çalışmak, davranışların kökenine inmek bizi sorunun ana kaynağına götüreceği için olmalı, psikoloji biliminin ilk ortaya çıktığı yıllardan beri sorulan en temel sorulardan, en ateşli tartışmalardan biri olmuştur genetik – çevre etkileşimi. Davranışlarımızdan, kişiliğimizden ve bizi biz yapan tüm özelliklerden kromozomlarımızın içinde miras aldığımız milyonlarca gen mi birinci dereceden sorumlu? Yoksa dünyaya adeta temiz bir sayfa olarak geliyoruz da ailemiz, çevremiz, yaşadığımız ortam ve tecrübelerimiz mi bizi şekillendiriyor? Ortaya çıkış tarihleri oldukça eski olan bu sorular, yıllardır pek çok araştırmacının ilham kaynağı olmuştur.

Pulitzer ödülüne aday gösterilen “The Nurture Assumption” kitabı yazarı Judith Haris, konuyla ilgili iki alandan bahseder. Birbirinden farklı ve zaman zaman da birbirine zıt ve karşıt bu iki alandan biri davranış genetiği, diğeri ise evrim psikolojisidir.

Davranış genetikçileri, genlerin pek çok şeyden sorumlu olduğunu kabul ederken kişinin büyüyüp yetiştiği çevrenin etkisini de kesinlikle yadsımazlar. Diğer taraftan evrim psikologları insan zihninin sınırlarını çözmek için iç gözlemden çok daha fazlasına ihtiyaç olduğunu savunuyorlar. ‘İnsan doğası’ kavramı ilgi alanlarıdır. Kişilerde en çok göze çarpan özellik davranışlardaki farklılıklardır. Peki, bu farklılıkların ana sebebi ne? Amaç davranışlardaki farklılıkları anlamak ve davranışları tahmin etmek ise kişilik oluşumu ile ilgili çok daha fazla bilgiye ihtiyacımız var demektir. 

Genetik – çevre etkileşimini çözmek için pek çok araştırmacı evlat edinme ve ikiz çalışmalarında yararlanmışlardır. Tek yumurta ikizlerinin genetik olarak birbirleriyle aynı özelliklere sahip olduğunu biliyoruz. Küçük yaştan itibaren ayrı aileler tarafından evlat edinilen, ya da bir şekilde ikizinden ayrılmış ve farklı çevrelerde büyütülmüş tek yumurta ikizleri, genetik – çevre etkileşimi tartışmasına araştırma konusu olmuşlardır. Bunların en bilineni kaynaklarda Minnesota İkiz Çalışmaları olarak geçer. Minnesota Üniversitesinde görevli davranış bilimcisi David Lykken, 1936-1955 yılları arasında Minnesota’da doğan 4 bin yetişkin tek yumurta ikizi üzerinde kapsamlı bir çalışma yapmıştır. Birbirinden ayrı olarak yetiştirilen tek yumurta ikizleri incelendiği zaman gerçekten şaşırtıcı durumlar olduğu gözlemlenmiş. Benzer ikiz çalışmaları daha sonraki yıllarda pek çok araştırmacının da ilgi alanına girmiştir.

Peki, bu çalışmalardan çıkan sonuç ne? Genetik yatkınlık ve çevre faktörleri bir uyum içinde çalışıyor ve insan kişiliğini oluştururken adeta bir ittifak kuruyorlar. Bu zaten çok açık bir durum ama esas soru hangisi daha etkili diye soracak olursanız; tüm bu araştırmalardan çıkan sonuç kalıtım ve çevrenin insan üzerindeki etkisinin %50 gibi eşit bir orana sahip olduğu.  Hatta genetik biliminde günümüze kadar uzanan pek çok yenilik aynı tartışmanın benzer noktalarına parmak basmaya devam eder. Genetik klonlama ile ilgili tartışmalarda çoğunlukla sorulan soruların başında, “Atatürk veya Hitler gibi tarihe mal olmuş kişiler tekrar klonlama sayesinde dünyaya getirilebilir mi?” sorusu gelir.  Ancak bu tam anlamıyla kabul edilebilir bir tez değildir. Genetik olarak tıpatıp aynı özelliklere sahip olsa bile kopyalanmış örneğin aynı çevre şartlarında yetiştirilemeyeceği kesin.

Bu noktada insan kişiliği söz konusu olduğunda kalıtımın ve çevrenin etkisini birbirinden bağımsız değerlendirmemek gerekiyor. Mutlaka sadece çevre faktörlerinin etkisi altında gelişen pek çok özelliklerimiz mevcut; konuştuğumuz dil, inandığımız din ya da savunduğumuz politik görüş gibi. Doğduğu andan itibaren etrafında duyduğu dili konuşur çocuklar dolayısıyla ana dil konusunda birinci dereceden ailemiz ve çevremiz sorumludur. Fiziksel bazı özelliklerimiz de şüphesiz ki tamamen genetik geçiş sonucu, bunların içinde göz rengi, kan grubu ilk akla gelenler. Kişilerin yaşam koşulları ne olursa olsun bu özellikleri değişiklik göstermez.  Ancak bir de her iki faktörün de etkili olduğu durumlar var ki yapılan araştırmaların en dikkat çeken kısımlarını oluşturuyorlar. Boy, kilo, ten rengi gibi fiziksel durumların yanı sıra pek çok davranış örüntüleri, zeka, yaratıcılık, yetenekler ve bazı genetik geçişli hastalıklar etkileşim sonucu biçimleniyor. Bu tür özelliklerde genetik geçiş kişide alt ve üst sınırları belirliyor ancak bu özelliğin ortaya çıkması için uygun çevre şartları gerekiyor.

Biz neden diğer insanlardan farklıyız ve bizi biz yapan özelliklerimiz neler? Bu sorunun cevabını ararken uygun çevre koşullarında kastedilen ne olduğunu iyi belirlemek gerekiyor. Genlerimize bir şekilde müdahale etme şansımız yoksa en iyisi onların kıymetini bilmek. Ancak çevre şartları değiştirilebilir duruyor ama bu noktada çevreden kastedilenin sadece aile ve yakın çevre olmadığının da altını çizmek gerekir. Yazının başında bahsedilen kitabında Judith Harris, özellikle çocuk ve gençlerin gelişiminde akranlarının etkisinin çok daha fazla olduğunu belirtiyor. Hatta Haris, ailelerin çocuklarının kişilik özellikleri ya da zekâları üzerinde çok da fazla bir etkisi olmadığı görüşünde (çocuğunu taciz etmediği veya küçükken terk etmediği takdirde).

Akranların etkisi söz konusu olduğunda çocukluktan itibaren yerine getirilmesi gereken 3 ana sistem var. Bunlardan ilki ilişki sistemi, yani çocuk ilk olarak etrafındaki kişilerle doyurucu ilişkiler içine girmeli ve bu ilişkilerini devam ettirmelidir. İkinci olarak sosyalizasyon sistemini geliştirmelidir. Bu ait olduğu grubun içerisinde onay ve kabul göreceği şekilde davranması anlamına gelir. Özellikle ergenlik döneminde gençlerin akran grubu içerisinde davranışlarını şekillendiren en önemli unsurdur. Pek çok ebeveyn kendileri onaylamamasına rağmen çocuklarının aynı arkadaşları gibi giyinip, onlar gibi konuşup, birlikte benzer aktivitelerde bulunup sanki bir sürünün parçasıymış gibi hareket ettiklerinden yakınır. Ancak gençler böylesine bir uygunluk içinde olup aynı zamanda birbirleri ile yarış halinde olmayı da sürdürürler, buna da statü sistemi denir. Statü sisteminde, gençlerin bir sorunla karşılaştıkları zaman onunla baş edecek yeni bir yöntem geliştirmeyi de içerir. Örneğin, bir sınıftaki öğrenci o sınıfın en güzeli olamıyorsa en akıllısı veya en çalışkanı olmayı seçebilir ya da en güçlü olamayan bir genç, en komik veya en eğlenceli olma şansına da sahip olabilir. Bu da şunu gösteriyor ki eğer kişinin kaybetme şansı yüksekse, ‘en’ olabileceği başka bir alana yönelmesini öğrenmelidir. Tabi ki bunun yolu da kişinin kendini olabildiğince tanımasından geçer. Ancak bu durum az önce bahsedilen sosyalizasyon sistemi ile çelişiyor gibi gözüküyor ama işte bu çelişki aynı grup içindeki gençlerin hem birbirlerine çok benzemesi hem de birbirlerinden çok farklı olmaları durumunu açıklıyor.

Yani onay ve kabul görmek için benzer davranışlar sergilerken, diğerlerinden üstün olmak için de birbirleriyle yarışırlar.

Kaynaklar:

*Cüceloğlu, D. (2006). “İnsan ve Davranışı”. Remzi Kitabevi, İstanbul.

*Çelen, N. (2007). “Ergenlik ve Genç Yetişkinlik”. Papatya Yayıncılık, İstanbul.

*Haris, J.R. (2009). “The Nurture Assumption: Why Children Turn Out the Way They Do.” Simon & Schuster.

*Ridley, M. (2008). “Genome”. Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul.

*Schaffer, R,H. (1990). “Making Decisions About Children”. Blackwell Publishers, Oxford, UK.

Bize Ulaş

Bizi arayın veya eposta gönderin, sizinle iletişime geçelim. Tüm sorularınızı iş günlerinde yanıtlamaya çalışıyoruz.